28 Kasım 2009 Cumartesi

110 dakikada insana ‘bir ömür’ armağan eden film: Pandora’nın Kutusu

Alzheimar’lı bir anneanne, sorunlu evlatlar ve en sorunlu torunun oluşturduğu bir hikaye ne kadar etkileyici olabilir sorusuna Pandora’nın Kutusu ‘gece uyutmayacak kadar’ cevabını veriyor.

‘Obsesif’ derecede takipçi, sorumsuzca davranan oğlunun davranışlarını, oğlunun msn konuşmalarından bulduklarıyla önleyeceğini düşünecek kadar kontrol delisi Nesrin’in (Derya Alabora) annesini hastaneye yatırması önerisi yapıldığında kardeşine verdiği cevap çok enteresan; ‘Annesine bakamadı diyecekler’. Kız kardeşinin sorduğu ‘kim diyecek?’ sorusu daha bir manidar çünkü zaten birbirlerinden başka kimseleri yok; dahası hiçbirinin annelerini anlamaya niyeti de yok, evin en sorunlu küçük çocuğu Murat hariç.

Murat’ın anneannesiyle film boyunca yaptığı içsel yolculuk filmin en can alıcı bölümü belki de. Çünkü insan Murat’ın anneannesiyle balık yediği sahne için yaşayabilir, çünkü bazen hiç düşünmediğiniz bir insan size yalnızlığınızı en güzel şekilde unutturabilir. Anneannesiyle vapurda giderken yaşlı kadının etrafına bakıp konuşan/ gülüşen insanları görüp Murat’a dönmesi ve ‘senin kimsen yok mu?’ demesi sizin bile boğazınızı düğümlerken, Murat’ı yerle bir edebilir.

Hangi oyuncuya daha ne söylenebilir? Alzheimar’lı anneanne rolündeki Tsilla Chelton’ı gördükçe oyunculuğun yaşı olmadığı bir kez daha hatırlanır, Derya Alabora ağladıkça, sizin de içinizde fırtınalar kopar, sevgilisinin sadece ‘sevişmek’ için aradığı kız kardeş rolündeki Güzin yani Övül Avrıkan sinirlenip arabadan indiğinde siz de onunla birlikte şehrin sokaklarında kaybolmuş hissedersiniz kendinizi. Ama en çok en çok alkış bence Onur Ünsal’a gitmeli, çünkü her oyuncunun altından kalkamayacağı birçok farklı rolün altından son derece başarılı bir şekilde kalkıyor genç oyuncu. Şansın yanında olduğu aşikar ama son zamanlarda beyazperdede izlediğim ve izlemeye doyamadığım en yetenekli oyuncu olduğu da su görtürmez bir gerçek. Murat rolünde Tsila Chelton’la beraber oynadığı sahnelerde, filmin finalinde yine harikalar yaratıyor Ünsal ve tebriği sahiden hak ediyor.

Ne yazık ki Türk filmlerine olan korkunç önyargı (komedi olanlar hariç) yüzünden çoğu Türk filmi vizyonda ‘çırpındığı’ 2-3 haftada silinip gidiyor oysaki Türk sineması bize ‘Pandora’nın Kutusu’ gibi filmler de armağan edebiliyor.


Son olarak ekşi sözlükte filmle ilgili olarak yapılmış en yerinde yorumlardan biri:

‘şimdi ben buraya oyuncuların hepsi mükemmeldi diye yazacak olurum, e zaten yazılmış. filmin konusu üzerine kelimelerden paragraf oluşturmaya çalışırım, en güzelleri yazılmış. yeşim ustaoğlu sen bizim her şeyimizsin diye tezahüratlar dizesim gelir, onu da yapmışlar.
ama zaten amaç kendi kendine konuşabilmek değil mi. mutluyum böyle bi film izledim, uykuya daldığımda rüyama girecek, içimde bi yerlerde hep var olacak. gidin izleyin.’
(mireille, 23.02.2009)

23 Kasım 2009 Pazartesi

Bornova bahane, Öner Erkan ve Kadir Çermik şahane...

Sheakespeare’in Othello’sunda Casio rolünde izlediğim günden bu yana yeteneğini takdir ettiğim Öner Erkan, Antalya Altın Portakal’da en iyi erkek oyuncu ödülünü de kucaklayınca ‘görülecek filmler’ listesinin en tepesine oturdu ‘Bornova Bornova’. Öner Erkan konusunda zerre yanılmadığımı görmek güzel olsa da film için tamamen aynı görüşleri paylaşamıyorum ne yazık ki...

Ege’nin incisi İzmir / Bornova’da geçen öyküde, mahalle kültürü, bıçkın delikanlılar, büyük hayaller peşinde koşan ve yanlış yola sapan genç kızlar en gerçekçi ve güzel şekilde ele alınrıken, yer yer fazla gelen duraksamalar seyirciye duygusunu geçirmek yerine ne yazık ki seyircinin sıkılmasına neden oluyor. Haddinden uzun tutulan bazı sahneler filmin vurucu etkisini azaltabiliyor. Şüphesiz bu İnan Temelkuran’ın bağırmak istememesiden ve böyle bir dil kullanmayı yeğelemesinden de kaynaklanıyor ama öyle olunca izleyiciyi- en azından beni – yeteri kadar vuramıyor.

Çoğu Türk filminin fire verdiği diyalog yazımı sahiden neredeyse kusursuz. Kulağı tırmalayan konuşma yok denebilecek kadar az. (Yalnız aslında çok başarılı olacakken koyu komünist olduğu için TRT’deki işinden kovulmuş adamın, oğlunu kimsenin çocuğuna alamadığı ‘adidas’ ayakkabıları alacak kadar sevdiğinin ima edilmesi garip bir çelişkiydi)

Oyuncu seçimi girişte de söylediğim gibi çok çok iyi; özellikle son zamanlarda ‘kötü adam’ karakteri yaratılmasında zorlanılırken, Kadir Çermik kötü adam ‘Salih’ rolünde harikalar yaratıyor.

Filmde dikkat çekilen bir unsur da ‘kaybedenlerin’ hayal dünyalarının çok daha zengin olduğu ve hayatta kalmak için tutundukları‘düşlerini’ ne kadar ‘gerçek’ olarak algıladıklarıydı.

Bornova Bornova, eksilerine galip gelen artılarıyla görülmeye değer bir film demem sanırım yanlış olmayacaktır. En azından ele alınan konunun orjinalliği ve dudak ısırtacak oyunculukları adına izlenmeyi hak ediyor, hele ki bu sinema dilinden daha çok hoşlanan sinemaseverler için yılın en iyi Türk filmi olabilir.

15 Kasım 2009 Pazar

Pijamalı ve ‘numaralı’ çocuk...


‘O filmin esas kitabı var’
‘Ben kitabını okumuştum kitabı çok daha güzel’
‘Kitapta anlatıldığı gibi çekememişler, kitabı hiç böyle değildi...’

Kitaptan uyarlanan filmlerin kaderidir. Ben de dahil çoğu sadık kitap okuyucusu genelde bir kitaptan filme aktarılan öyküyü beğenmez, filmde aynı tadı bulamaz. Yüzüklerin Efendisi, Harry Potter gibi istisnaları olsa da bu böyledir. Ama kimsenin ‘Çizgi Pijamalı Çocuk’ için bu yorumu yapmaya ‘cüret’ bulacağını sanmıyorum. Hayır kitabını henüz okumadım ancak geçen hafta tüm çıplaklığıyla ve naifliğiyle muhteşem bir dönem filmi izledim.

2. Dünya Savaşı’nı konu alan filmler genelde hep beğenilmiştir, bazı kafalardan çıkan ‘Yahudi propogandası yapılıyor, Hollywood’da başarılı olmanın yolu Yahudi olmaktan geçiyor’ düşüncelerini bir kenara bırakırsam, Çizgi Pijamalı Çocuğu işte tam da bu yüzden sevdim. Çünkü Yahudi propogandası yok, ‘insanın insanlık sınırlarını zorlaması’ üzerine kurulu sadece. Son derece naif 9 yaşındaki Alman Bruno’nun telin öbür tarafındaki ‘pijamalı ve numaralı çocuğa uzanması’yla ilgili, babası savaşı reddettiği ve ülkeyi terk ettiği için daha da acımasız olsun diye tahrik edilen Alman SS subayı’nın bu durumla gurur değil utanç duymasıyla ilgili, barbieleriyle oynayan kızın gün gelip odasına Hitler posteri asmasıyla ilgili. Filmin hiçbir- düzeltiyorum- en ufak duygu sömürüsü yapmadan bizi duygulandırmayı başarması da cabası.

Tekerrür etmeyi pek seven tarih, tellerin iki tarafına başka insanlar başka çocuklar koydu şimdi. Daha önce zenciye - beyazdı, Yahudi’ye - Alman oldu. Sıra Filistin – İsrail’de şimdi.

Telin iki tarafında yaşayan, arkadaş olmak bir yana dursun konuşması dahi yasak iki çocuğun akıllara durgunluk verecek derecedeki dostluğu ve bağı, bu bağı bugün bile kurmakta zorlanan yetişkinlere bir şeyler söylüyor gibi. Tabii anlayana...

29 Ekim 2009 Perşembe

Kanal(i)zasyon: isminin ötesine gidemeyen skeç topluluğu...


Genelde öyle günümüz sinema eleştirmenleri gibi bir filmi yerden yere vurmak tarzım değildir zaten haddim asla değildir. Ama yeteneğinden ve zekasından zerre kuşku duymadığım Okan Bayülgen böyle bir film çekerse samimiyetinden kuşku duyduruyor ister istemez.

Yıllarca ‘medya arkasını’ herkes kadar bayılarak izledim, cam silicileri, zuzaylılari, yarışmaları ve kadın programlarını kimsenin alamayacağı kadar başarılı biçimde ti’ye alan Okan Bayülgen’i çok sevdim. Ancak bu skeçlerin daha fena versiyonlarını ard arda dizip, üstelik ne yönetmenlikte ne senaryoda gram zeka pırıltısı göstermeyen bu filme, bu filmde canlandırdığı o korkunç yapmacık tiplemeyle karşıma gelen Okan Bayülgen’e itirazım var. İtirazım var çünkü Okan Bayülgen kendine bahşedilmiş yeteneği çöpe atıyor, itirazım var çünkü Okan Bayülgen sinemaya ihanet ediyor, itirazım var çünkü Okan Bayülgen’i Ağır Roman’da izledim. Aslında ne yapabileceğini, ne kadar iyi bir ‘karakter oyuncusu’ olduğunu biliyorum. Ama o da çoğu arkadaşı yada yerden yere vurduğu meslektaşıyla aynı şeyi yaparak kolaya kaçıyor işte. Üstelik bunun ‘medya eleştirisi’ olduğunu savunarak.

Medya eleştirisi yaparken absürd komedi çekilebilir elbette ama Kanalizasyon filminin türü olsa olsa ‘zorlama komedi’ olabilir. Üstelik de film, medya/ tv eleştirisini anlayacak kitleye hitap etmekten çok zaten eleştirdiği kitleye yönelik olunca hepten ‘tutarsızlıklar silsilesi’ diziliyor peş peşe.Tiplemeden öteye gidemeyen birçok oyuncu da öylesine oynamış işte; sanki Okan Bayülgen tüm arkadaşlarını toplamış ve 2. bir kez tekrar bile ettirmeden sahneleri çekivermişler öylece...

Medya eleştirisinin en iyi örneklerinden birini zaten ‘Dein Fernseher Lügt (Her şey rating için) filmiyle Hans Weingartner çekti. Böyle bir film beklemiyordum elbette, Türkiye çok farklı bir ülke. Ancak işin içine birazcık zeka parıltısı, yada en azından ‘film’ izlediğimizi hissettiren birkaç şey katılabilirdi pekala... Yıllarca dalga geçtiği korkunç programlardan elde ettiği reytinglerle para kazanan kanallardan farkı nerde Okan Bayülgen’in?

18 Ekim 2009 Pazar

Sanat, ne sanat ne toplum içindir; sanat benim içindir...

Özgüvensiz, utangaç, kendi halinde bir erkek, çekici, akıllı ve daha da önemlisi kendisine ilgi gösteren bir kadınla karşılaşırsa ne olur? Cevap çok net tabii ama vurucu ve esas cevap en beklenmedik şekilde ‘Şeylerin Şekli’nde karşınıza gelecek.

‘Şeylerin Şekli’ bir tiyatro oyunu ama arkadaşınızın başından geçen bir öykünün aktarılması gibi aynı zamanda. Pek tanıdık olan duyguları yeniden hissetmenizi sağlayan, sandalyenizden kalkıp yere oturup, oyuncuların sırtlarını sıvazlamamak için kendinizi zor tuttuğunuz; Mehmet Ergen’in nefis rejisiyle daha da izlenebilir kılınan bir ‘eser’. Oyunun ilk anından itibaren arkadaşınızmış gibi hissettiren dört tane yetenekli oyuncu, sizi kimi zaman kahkahalara boğarken kimi zaman çok şaşırtıyorlar. Bunu yaparken tempoyu hiç düşürmeden; dekorlarını -pardon - ‘evlerini’, ‘gittikleri muayeneyi’, ‘kafeyi’ kendi elleriyle sahneye taşıyorlar.

Evelyn (Esra Bezen Bilgin) çok yetenekli, Güzel Sanatlar öğrencisi ‘sanatı sanat için yaptığını’ iddia etse de aslında ‘Sanat, ne sanat ne toplum içindir; sanat benim içindir’ diyor oyunda. Sanat adına ne kadar ileri gidilebilir? Sanat yaparken sahiden dünyayı değiştirebilir misin? Ya da ‘sanat yap ama dünyayı değiştir’ cümlesi böyle yorumlanmalı mı? İşte bu soruları kendinize soracağınız, üzerinde çok kafa patlatacağınız ama bana kalırsa kesinlikle ‘suçlusu’ olmayan hayattan bir kesit ‘Şeylerin Şekli’.

Dört genç oyuncu da birbirilerinden rol çalmadan, çok başarılı oyunculuklar sergiliyorlar. Ama Evelyn yani Esra Bezen Bilgin çok farklı; çok gerçek, sevilebilir, nefret edilebilir, kısacası oyunda kimseden rol çalmadan bir adım öne geçen ve keşke onu daha sık görsek dediğimiz bir oyuncu. Bartu Küçükçağlayan’ın da hakkını yememek lazım elbette. Tüm oyun boyunca o kadar ‘Adam’ gibi ki...

Şeylerin Şekli’ne gidin demeyeceğim, Şeylerin şekli’ni yaşayın, deneyimleyin, test edin... Oyun sonrası oyuncuları tebrik etmeyi unutmayın

19 Eylül 2009 Cumartesi

Kariyerini şekillendirmekte güçlük çekenlere...

‘Eğer sevdiğin işi yapıyorsan bir gün bile çalışmış sayılmazsın’ Konfiçyüs.

Klişe gibi gelse de bu sözün doğruluğuna çok inanıyorum ama ne yazık ki ‘sevdiğimiz iş nedir?’ keşfetme şansımız pek olmuyor. Ne lisede yalandan girilen, okulların müfredata uymak için koydukları ve aslında hiçkimsenin önemsemediği rehberlik dersleriyle ne de üniversitede akıl, güneş ve denizdeyken yapılan 3-4 haftalık stajlarla insanın ne yapmak isteyeceğine karar vermesi mümkün...

Tabii ki kendini çok iyi tanıyan ve üniversitede bu doğrultuda bilinçli tercihler yapmış azımsanmayacak bir kitle de var ama genellikle üstünkörü başlıyoruz çalışmaya ve ne yazık ki çoğu insan ‘öylece devam ediyor’ işte...

2.5 sene önce ben de bu durumdaydım, mezun olur olmaz şimdi ne olacak’ın getirdiği stresle staj yaptığım yerde çalışmaya başladım. Önce her şey çok güzeldi, iyi bir şirket olmasının, edinilen muhteşem dostların etkisiyle hep ‘-muş’ gibi yaptım ve bir süre devam ettim. Sonuçta ‘istediğim alanda hiç tecrübem yokken nasıl iş bulacaktım?’ değil mi :) İşte bu korkular ve sorular aslında çok boş. İnsan bir şeyi istemeye görsün, sahiden istenilirse her şey başarılabilir. Hayat da bunu hep karşımıza çıkarmıyor mu zaten?

Çok soğuk bir Şubat günü, istediğim sektördeki tüm firmaların çalışmak istediğim bölümündeki müdürlerini önüme aldım ve mektuplar/ bazı kişilere mailler yazdım (Bu fikri bana veren sevgili Ceyla’mı burada anmamak haksızlık olur diye düşünüyorum) sonra anlattım: kendimi, o alana olan tutkumu ve en önemlisi o alanda çalışabilmek için neler yaptığımı. Çünkü ‘istiyorum’ yetersizdir, ‘eylem’ ise gereklidir. Ve bunu yaparken insanların ne dediğini önemsemedim. Evet belki bazı yöneticilere antipatik geldi,belki bazılarına bu mektuplar hiç ulaşmadı. Ama iki kişi vardı ki; hayatımda bunu ‘iyi ki yapmışım’ diyecek kadar beni cesaretlendirdi:

Bir tanesi BSH Kurumsal iletişim Müdürü sevgili Fatmanur Erdoğan; onunla arka arkaya girdiğim 4 görüşme ve sonrasında CEO Norbert Klein’la yaptığım görüşme hayatımda ‘asla unutulmayacaklar’ listesinde ilk 3’te yer alıyor hala. Sonrasında CNN TÜRK geldi.
Şu anda başka bir şirkette ama benden sadece fiziksel olarak uzakta olan eski müdürüm Burcu Cankurtaran beni anladı ve bana bir şans verdi. Burcu, sahiden hem genç hem komplekssiz, beraber çalıştığı insanın önünü açan, eşine az rastlanır bir yönetici örneğiydi. Özellikle medya gibi bir alanda...

Uzun lafın kısası dilerim ki özellikle yeni mezunların kafasında ‘ne olacak?’lar, ‘ne yapsam olur?’lara dönüşür ve o alanda bir şeyler yapmak için sahiden aksiyon alırlar.
Çünkü biraz önce de yazdığım gibi ‘istiyorum’ yetersiz, eylem gerekli...

13 Eylül 2009 Pazar

Tiyatro versus diğer sanatlar...

Popüler kültüre ve özellikle Türkiye'deki genç kesme çok hitap etmiyor tiyatro farkındayım. 'Tiyatro' dendiğinde akıllara bulvar komedisi örnekleri geliyor sadece, yanlış anlaşılmalar silsilesiyle dolu komedi oyunları geliyor. Üstüne 'ya çok istiyoruz ama zaman yok' bahaneleri sıralanıyor peşpeşe... Doğrudur 22'sinden 65'ine insanın zamanının % 80'ine talip iş hayatı Türkiye'de. Üstelik karşılığında '12 işgünü' özgürsün diyor sadece. 9-6 hatta bazen 9-9 çalışan insanlar da 'gülmek istiyor' hakkıyla. Biraz da bu yüzden düşünmekten, düşündürücü şeylerden uzak insanlar Türkiye'de...

Yine de böyle olmamalı diye düşünmeden edemiyorum, çünkü genç tiyatrocu Öner Erkan'la (kendisini Organize İşler'deki Sylvio yada İki Aile'deki Ferit olarak hatırlayabilirsiniz_Ne acıdır ki tiyatro oyuncuları reklam filmleri ve dizilerden hatırlanabiliyor sadece...) 3 sene önce yaptığımız röportajda dediği gibi ''Tiyatro ‘o anda yapılan ve o anda biten’ bir sanat gibi geliyor insanlara. Örneğin sinemada filmin dvdsi çıkıyor dvdsini alıyorsunuz 100 yıl sonra da izleyebiliyorsunuz; resim 1000 yıl sonraya da kalabilir ama tiyatro geçicidir diye düşünülüyor. Halbuki tam tersine sahnede öyle bir şey yapar ki oyuncu; siz isteseniz de unutamazsınız. Sizin aklınızda kalır ve o anda tüyleriniz diken diken olur ve sonra onu anlatırken de aynı hissi yaşarsınız. O yüzden bu suya yazı yazmak gibi bir şey değil, unutulacak ve ölecek bir şey asla değil, tiyatro hiçbir zaman ölmeyecek. İnsanlık bittiği zaman ölür ancak..''

Türkiye'de çok güzel oyunlar sahneye konuyor her sene. Zaten yıl boyunca yer vermeye çalışacağım ama hani sinemaya daha yakın olanlar ve özellikle Haneke, David Lynch gibi yönetmenlerin dünyalarında dolaşmayı sevenler için 'IN YER FACE' yazarların oyunlarını sahneye koyan DOT Tiyatrosu'nu şiddetle tavsiye edebilirim.

Sezon açıldı: Artık Ekim aylarını beklemek yok, Eylül ayında da bazı tiyatrolar perdelrini açtılar. Etkinlik takvimini bir sonraki yazıma saklıyorum;)

10 Eylül 2009 Perşembe

Mutluluk_ Avuç İçi Kadar Mutluluk yeter...

İtiraf edeyim; Zülfü Livaneli’nin başarılı romanı ‘Mutluluk’un sinemaya aktarılacak olmasına ne kadar sevindiysem de kamera arkasındaki ismin Abdullah Oğuz olması beni bir parça tedirgin etmişti. ‘Asmalı Konak Hayat’ filmini ele alışından çok da haz etmediğim Oğuz’un, Mutluluk’ta sergileyeceği performanstan çok ümitli değildim. Ne mutludur ki yanılmışım...

Zülfü Livaneli’nin Mutluluk romanından yola çıkarak uyarlanan filmde gerek görsel açıdan gerekse senaryonun işlemesi açısından aksayan hiçbir şey yok. Çoğu Türk filminin bu ikisinden birinde muhakkak fire verdiğini düşünecek olursak bu sahiden Türk sineması adına çok iyi bir gelişme sayılabilir. ‘Kirlendiği’ ya da ‘kirletildiği’ için - ki iki durumda da suçlu- töreler gereği ölmesine karar verilen Meryem’in ve hiç acımdan verdikleri kararı uygulayacak cesareti bile olmayan aile eşrafının bu görevi verdikleri Cemal’in yola koyulmasıyla olaylar başlıyor. Bu ikilinin, mükemmel yaşamından, evinden, karısından bunalmış ve çareyi süper lüks teknesiyle kaçmakta bulmuş Profesör İrfan’la yollarının kesişmesi ise üç karakterin de hayatlarında dönüm noktası oluyor. Filmde iki kültür arasındaki çelişkiler en dikkat edici unsurlardan biri. Film bu akıl almaz ama seyirciye ‘ne yazık ki tamamiyle gerçek’ hissini veren çelişkileri yansıtmada oldukça başarılı. Zayıf kaldığı tek yönün İrfan’ın yaşamını yansıtırken yarattığı ‘eksiklik’ duygusu olduğunu söyleyebiliriz. İrfan, Meryem ve Cemal kadar doğal değil sanki. Ama bunun nedeni kesinlikle İrfan’ın zengin, hayatın tüm güzelliklerini tatmış, sadece monotonluktan sıkılmış bir portre çizmesi değil. İrfan’ın doğal gelmemesi; öyküsünde, öyküsünün aktarımında insanı tatmin etmeyen, eksik bir şeyler olmasından kaynaklanıyor bence.

Oyunculuklara gelecek olursak; Özgü Namal'ın harikalar yarattığını söylemek boynumuzun borcu olmalı. Meryem rolünü bu kadar hissederek, böylesi başarıyla oynayacak başka kim olabilirdi bilmiyorum. Özgü Namal bu filmle aldığı tüm iyi yorumları sonuna kadar hak ediyor. Filmin Cemal'i yani Murat Han da Namal'dan aşağı kalır bir performans sergilemezken; Talat Bulut'un bazen abartılı ama başarılı oyunculuğu da göz dolduruyor.

Mutluluk; sinema salonunu terk ettiğinizde hayatınızı ve 'sorun' gördüklerinizi tekrardan düşündürecek kadar etkili, filmdeki bir çok sahneyi beyninize kazıyacak kadar görselliği başarılı, çıtayı yükselten bir Türk filmi. Filmin ismi ben de salondan çıktığımda, bilindik eski bir şarkının çağrışımını yaptı. Ki şarkının sözleri de Meryem için de geçerli aslında; 'Avuç içi kadar mutluluk yeter...'

9 Eylül 2009 Çarşamba

Soysuzlar Çetesi_ Tarihi değiştiren film...

Tarantino dendiğinde sinemayla ilgisi olsun/olmasın herkesin aklına bir sürü şey gelebilir: Uma Thurman, Kill Bill, Pulp Fiction, Rezervuar Köpekleri, ‘Tarantinovari’ kara mizah, geyik muhabbet ustası... vb. Ama Soysuzlar Çetesi gerek orjinal hikayesi, gerekse nefis oyunculuklarıyla diğer filmlerden bir parça sıyrılarak, herkesin aklında en az ‘Tarantino’ kadar kalıcı yer edinecektir sanırım.

2. Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda Yahudileri ‘avlayan’ bir kiteleye Nazi’lerin kafasını yüzerek karşılık veren bir çete vardır: Soysuzlar Çetesi; ve kader bu çetenin, filmin başında soluksuz izlediğimiz gerilimi adım adım arttıran Yahudi ailesi katliamından şans eseri kurtulan Shossansa’nın, Hitler’in ve Shossansa’nın ailesini katleden Nazi Albay Hans’ın yollarını birkaç yıl sonra Fransa’da kesiştirecektir.

Filmin konusu ilk duyulduğunda herkesin aklına ‘yine mi bir propogandayla karşı karşıyayız?’ sorusu takıldıysa da filmi izledikten sonra konunun bu kadar basitçe özetlenmesinin haksızlık olacağına sanırım herkes katılmıştır.

Brad Pitt’n yıllar geçtikçe daha da iyi bir oyuncu olduğunu kanıtladığı su götürmez ve herkesin kabullendiği bir gerçek. Soysuzlar Çetesi’nde de nefis Güneyli aksanıyla harika bir iş çıkarıyor. Ama Nazi Albay Hans’a hayat veren Christoph Waltz’ın oyunculuğu diğer oyuncuları bir parça da olsa geride bırakıyor.

Tarantino, film boyunca sinema severlere de kıyaklar yapmayı ihmal etmiyor; filmde sessiz sinemanın en önemli aktörlerinden Emil Jannings’e yer vermesi, Emil Jannings’i seven ve tanıyan sinema izleyecisinin yüzünde hoş bir tebessüm oluşturuyor.

Tarantino sevin sevmeyin, Soysuzlar Çetesini izlemekten çok büyük keyif alacak, ‘tarihi değiştiren’ bu filmin dvd’sini rafınıza eklemek için plan yapıyor olacaksınız. Filmden sonra herkesten duyduğunuz ve belki duymaktan sıkıldığınız birçok yorumu film bittikten sonra siz de yapıyor olabilirsiniz aman dikkat!:)

Yüksek Lisans ders seçimi + sabah karmaşası

Şu anda iki masa ötede saat 10.00'da yayınladığımız haber toplantısı çekilmekte; biraz önce haber merkezimiz isyan etti; çünkü kurumsal hat olarak kullanılan Vodafone çekmiyormuş. Bu sabahki kargaşada kimse birbirine ulaşamamış. Turkcell'e geri dönmekten bahsediyorlardı, sanırım Turkcell'in hala açık ara 1. olmasının nedenlerinden biri de bu... Kimsenin aklına Avea gelmedi, ben hatırlatmaya çalıştım:)

Tüm bu kargaşanın yanında haftaya Pazartesi başlayacağım Bilgi Üniversitesi Pazarlama İletişimi yüksek lisans programı için ilk dönem derslerimi seçtim; sağ olsun Yoncacım da (müdürüm) epey yardımcı oldu; müdürüm olduğu için değil, Yonca olduğu için o benim Yoncacım;) Onu ayrı bir yazıyla anlatırım; 'En iyi kadın yönetici nasıl olur?' konulu bir yazıda anlatılabilir Yonca ancak...

İşte derslerim:

1) Pazarlamada Dijital Rönesans_ Ebru Çapa
2) Pazarlama: Kalıpları Kırmak_ Levent Erden
3) Kantitatif Araştırma Yöntemleri_Vural Çakır

Haftanın 3 günü Santral'in güzel kampüsünde olacağım...

Akşama Inglorious Bastards filmi hakkında yorumlarımla huzurlarınızda olacağım;)

8 Eylül 2009 Salı

Başlıyoruuummm:)

Bundan 5 sene önce sevdiğim filmler hakkında bir şeyler karalamaya başlamıştım. Arkadaşlarımın da (sağ olsunlar ve hep olsunlar) verdiği destekle, tesadüfen bir sinema sitesine gönderdim yazdıklarımı... Beklenmedik bir şey oldu ve yazılarımı yayınlamaya başladılar. Ama sonra tembellik ettim. İşler yoğundu, 9-6 çalışmaya başlamıştım bahanelerini es geçiyorum; düpedüz boşladım yazmayı; ama anladım ki kafada kurmak daha fena... O yüzden 'show must go on'.

Biraz filmler, biraz görülen oyunlarla, birazcık medyayla ve yeni başlayacağım yüksek lisansın da vereceği birikimle beraber ucundan kıyısından birazcık pazarlamayla ilgili bir şeyler karalayacağım. En azından kendi içimi dökeceğim:)

Hande's way dedim çünkü Carlito's Way'i çok seviyorum üstelik kullanıcı adım şirkette handes:)
Son olarak Carlito's Way'den çok sevdiğim bir replik: 'Favor gonna kill you faster than the bullet...'