10 Kasım 2010 Çarşamba

'Bana bir masal anlat' Çağan

'Çağan Irmak' dendiğinde objektifliğimi kaybettiğim doğru... Ancak her seferinde 'ben dizine yatıyorum, Çağan Irmak bir hikaye anlatıyor ve ben büyüyorum.' Hal böyleyken objektivite neye yarar?

'Prensesin Uykusu' da ilham veren güzel bir hikaye... Hani ince ince işlenmiş,tüm hayalciliğine, hayalperestliğine karşın hayattan kopmamış, suratta hep bir gülümseme bırakan cinsten. Hüzün ve kahkahanın her zamanki gibi iç içe geçtiği, ''hayatta her şey mümkün''ü çoktan unutmuş bizlerin kafalarına vurmadan bizlere pek güzel hatırlatan bir seyirlik.

Bu seferki hikayesini de hem büyüklere hem küçüklere armağan ediyor Çağan Irmak. Hayat kargaşasında bir kenara attığımız hayal gücünün önemini onu en güzel kullanan varlıklar- yani çocuklar ve çocuk kalmayı başarmışlar- üzerinden anlatıyor ve 'yüreğe dokunmak' konusundaki ustalığını yine konuşturuyor.

Filmin prensesi yani Gizem'in kağıt kalem kullanarak tuttuğu günlük, hayran olunan sanatçı posterinin duvara asılması, Jules Verne'in 'Denizler Altında 20.000 Fersah'ı öyle zannediyorum ki herkesi bir parça geriye döndürürken yüzlerde de çok manalı bir tebessüm bırakmayı ihmal etmedi. Çoğu kişi klişe olarak görse de Çağan Irmak filmlerinde en sevdiğim şeylerden biri de çoktan unutmaya yüz tutulmuş bir filmin, kitabın, yazarın, şarkının ...vb hatırlatılması: bana soracak olursanız bu çoğu kişinin ihmal ettiği bir 'sosyal sorumluluk.' Öyle ya da böyle birilerinin bu hatırlatmaları yapması lazım ve bence Çağan Irmak da hatırlatarak 'en iyisini yapıyor.'

'Prensesin Uykusu' hayal gücünün sınırlarını zorlayan, zorlamayı deneyen, hayal gücüne inanan herkesin kendinden bir şeyler bulacağı, ilham alacağı, hayattaki çirkinliklerin güzellikleri örtmesine izin verdirtmeyen iç ısıtan bir film. Umarım ve dilerim ki hepinizin uyandığında size hikaye anlatacak bir 'Aziz'i vardır.

***Fikri Mühim'e davetleri ve başarılı organizasyonları için bir kez daha teşekkür ederim:)


31 Ekim 2010 Pazar

Facebook'tan önce, facebook'tan sonra...

David Fincher'ı çoğu sinema izleyicisi kadar sevdiğim doğru fakat Social Network'e ('The' fazlaydı attım:) gidiş nedenim birçok kişinin aksine yönetmeni değildi. Filmin Fincher'ın elinde olduğunu bilmek şüphesiz ki ilgiyi arttırıcı bir unsur ancak Social Network çok başka sebeplerden şans verilmeyi hak eden bir film...


Social Network'te karakterler siyah ve beyaz değil, neyin doğru neyin yanlış olduğuyla da ilgilenmiyor, beylikçe laflar etmiyor, 'güldürürken düşündürme' derdinde de (iyi ki) değil. Yeri geldiğinde dakikalarımızı, saatlerimizi geçirdiğimiz, vazgeçemediğimiz, vazgeçsek de 'geri döndüğümüz' kürkçü dükkanımız Facebook'un ve Mark Zuckerberg'in hikayesini en güzel şekilde gözler önüne seriyor. Dünyanın nüfus bakımından 3. büyük ülkesi olan Facebook'a 120 dakika boyunca yapılacak yolculuğu merak etmeyen yok gibi.


İnsanların kendini olmak istediği gibi gösterebileceği, sinemaya gitmeden veya bir kahve içmeden de ilgilenilen karşı cinsin 'tanınabileceği' Facebook Zuckerberg'in arkadaşlarıyla konuştuktan ve ihtiyaçları saptadıktan sonra daha da geliştirdiği, kendini 'refresh' eden bir devrim.


Justin Timberlake fanı olmadığımdan olabilir filmde bir tek ona ısınamadım ancak diğer tüm oyuncuların hakkını vererek oynadığı su götürmez bir gerçek. Özellikle Mark'ın en yakın arkadaşı facebook'un co-founder'ı Eduardo Saverin rolündeki Andrew Garfield filmdeki en iyi şeylerden biri. Ayrıca çok sevdiğim Radiohead-Creep'in eski ama yeni şahane bir cover'ını bana keşfettirdiği için de teşekkür etmek boynumun borcu... (Scala and Kolacny Brothers / Creep http://fizy.com/s/1ltlmv)


Mehmet Açar'ın da çok güzel buyurduğu gibi 80 dakika hissedilen 120 dakikalık bu film izleyenin ağzında çok güzel bir tat bırakıyor. Üstelik sonunda gelen hesap da her kuruşunuza değiyor bu yüzden gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, Social Network kesinlikle sinemada tercih edilebilecek bir film...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Mr. Nobody’den kalan bir küçük ‘yazı’ şimdi...

Konusunu duyduğumuzda izlemek için sabırsızlandığımız filmler vardır. İzleyince 'beklediğime değmiş' dedirtir insana. 'Eternal Sunshine of the spotless mind' bu kuralı bozmayan filmlerdendir örneğin. Ancak kaide bozmayan istisna film hangisi olur? derseniz işte o zaman size ‘Mr. Nobody’ diyeceğim ne yazık ki...

Filmin baş kahramanı Nemo, farklı seçimler yapması halinde hayatının nasıl şekillenebileceğini daha doğrusu geleceğini görebilen ‘blessed one’ diyebileceğimiz bir çocuktur. Nemo’nun seçimleriyle şekillenen yaşayabileceği tüm alternatif hayatlar (neredeyse 5’in 2’li permutasyonu diyebileceğimiz karışıklıkta ve sayıdaki) izleyicinin önüne serilmektedir.

Ancak filmde o kadar çok sayıda ve kafa karıştırıcı ‘bu olmasaydı şu olurdu’ yer almakta ki bir noktadan sonra takibi ne yazık ki imkansızlaşıyor. İşin kötü yanı bunun filmi dikkatli izlemek ya da doğru analiz etmekle ilgisi yok bazı şeylerin altı ne yazık ki oldukça boş bırakılmış... Örneğin gelecekte olduğumuzu sadece yüzüne dövme yaptıran bir doktorla kanıtlamaya çalışmak, (Lynchvari bir yaklaşım mı sergilenmek istenmiş bilmiyorum ancak bende pek iyi bir etki uyandırmadığı kesin) ‘suda boğulmak’ korkusunun yeterince iyi işlenmiş olmaması, görülen binlerce farklı ölüm sahnesi (bu konuda neden 1 2 değil de 10’larca ölüm sahnesi gösterilmiş? hangi ölüm sahnesi hangi alternatif hayata ait? gibi cevaplanmayan onlarca soru var. )

Film son zamanlarda o kadar popüler oldu ki gerçekten çok büyük bir merakla bekliyordum. Çoğu insan Butterfly Effect’le karşılaştırımış ancak Butterfly Effect’e de haksızlık yapmamak lazım diye düşünüyorum. Butterfly Effect gerçekten izleyeni tatmin eden, her soruya olmasa da çoğu soruya cevap veren bir filmdi çünkü.

Mr. Nobody, bana aksine pozitif anlamda çok başka bir filmi hatırlattı: Kutup Çizgisi Aşıkları. Bilim kurgu filminin bir dram filmini hatırlatması ilginçtir tabii ama bence filmin en güzel bölümü Nemo – Anna aşkıydı. Nemo-Anna’nın 'sonsuz 'aşkı Kutup Çizgisi Aşıkları filmindeki aşka o kadar göz kırpıyordu ki, film boyunca yüzümü gülümseten bölümler hep Anna ve Nemo’nun sahneleriydi. Ayrıca filmin müziklerinin gayet güzel olduğunu söylemek boynumun borcudur elbette.

Nemo- Anna aşkını izlemek filmi izlemeyi geçerli kılan sebep olsa da ne yazık ki beklentilerimin oldukça altında kaldı Mr. Nobody. 1000'lerce kafa karıştırıcı materyeli sunup, sonra da 'bunların hepsi 9 yaşındaki bir çocuğun hayalidir' demekle de bence oldukça kolaya kaçılmış. Daha farklı yazabilmeyi sahiden çok isterdim ama en azından benim beklentilerim altında kaldı Mr. Nobody...

16 Mayıs 2010 Pazar

PUN(ch)K ROCK

Geçen sene Vur / Yağmala / Yeniden projesi esnasında, ondan önce Kürklü Merkür’de izleyip oyunculuğuna vurulduğum Rıza Kocaoğlu’nun ismini bu kez ‘yönetmen’ hanesinde gördüm bir afişte. Meşhur ‘hadi gidelim’ listeme eklemeden gittim ve böyle oyunlar çıkardığı için önce DOT’a, sonra eski oyuncu -yeni yönetmen Rıza Kocaoğlu’na, ve pek tabii ki biribirinden yetenekli 7 genç oyuncuya hayran kadım.

Punk Rock’ın konusuna orada burada afişinde birçok yerde rast gelmişsinizdir belki: İngiltere’de özel bir okulda okuyan ve dışarıdan bakıldığında 'kusursuz' görünen 7 sorunlu gencin hayatlarını yine en acımasız, en gerçekçi ve tabii ki en ‘in yer face’ yöntemiyle gözler önüne seriyor. Oyunda kanınızın donduğu anda sahnenin bitip oyuncuların canlı performansla rock şarkıları söylemeleri tam anlamıyla şok etkisi yaratıyor. Kulağınızı hiçbir kelime en ufak bir şekilde tırmalamazken, 7 oyuncunun da ayrı ayrı göz doldurduğu performansları sizi yerinize çiviliyor.

Oyunda Bennet karakteri tarafından sürekli hırpalanan, aşağılanan ve Bennet ‘gizli’ gay olduğu ve belki de kendisini arzuladığı için onu gay olmakla suçladığı ‘ezik’ Chadwick diyor ki: Yaptıkların umrumda değil, bana söylediklerin umrumda değil bu dünya ne halde biliyor musun?...’ Belki bazıları fazla didaktik bulacak, bazıları ezik karakterin çıkışı klişesi yüzünden sevmeyecek bu bölümü ama bence oyunda en çok dikkat çekilmesi gereken bölümlerden biriydi Chadwick’in yaptığı konuşma. Onların küçük dünyaları dalgalanırken, gerçek dünyada fırtınalar kopuyordu ve hepsi bununla son derece ilgisizdi. Çünkü ‘kendi dünyaları’ birileri tarafından karartılmış, sus payı olarak en prestijli okullardan birine gönderilmiş ama kendileriyle hiç ilginilmemiş çocuklardı hepsi günün sonunda.

Oyunu başka biri ele alsa her oyunucunun ışığı bu kadar sahneye yansıyabilir miydi bilemiyorum ancak 7 oyuncunun da birbirinden rol çalmadan 90 dakikayı kotarması basit bir tesadüf olmamalı. Bundaki en büyük pay kuşkusuz Rıza Kocaoğlu’nun... Bunun dışında çeviriyi dinlerken oyun sanki İngiltere’de değil de Türkiye’de geçiyormuş hissini veren oyunu 'evrenselleştiren' çevirisi için Pınar Töre’yi de muhakkak tebrik etmek lazım. Ama yine de en en büyük tebrik in yer face akımı ile Türk seyircileri tanıştıran, izleyicilere yepyeni bir ufuk açan DOT’un... Punk Rock DOT Mars’ta...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Böyle olsun da ister ‘cahil’ olsun ister ‘serseri’

2008’deki Marka Konferansı’nda yılın markası açıklandığında herkesin yüzünde bir tebessüm oluştu aniden; o salonda oturan herkesin bu markayla ilgili ‘iyi bir deneyimi’ vardı. Tam da bu sebeple o marka alkışı sonuna kadar hak ediyordu. Alkışların da sonu kesilmedi, marka temsilcisi sahneye geldi. O marka: Ferzan Özpetek’di.

2001’de kendisiyle ‘Cahil Periler’i sayesinde tanıştım. Sonrasında birçok kişi Arka Pencere uğruna Cahil Periler’i harcasa da ben o perilerin bana hissettirdiklerini uzun süre unutamadım. Ta ki bedenim 2 hafta önce serseri mayınlar tarafından işgal edilene dek... Serseri Mayınlar, Ferzan Özpetek’in en iyi ve daha da önemlisi beni en çok etkileyen filmi...

Film hakkında çok şey yazıldı çizildi; galasının Antep’te yapılmasından, filmdeki bazı sahnelerin Ferzan Özpetek’in hayatından birebir izler taşımasına dek. Bunun dışında müziğine, hikayesine, oyunculuklarına ve her zamanki gibi sıcak atmosferine değinmenin klişe ama kesinlikle gerekli olduğunu düşünüyorum. Soundtrack şarkısı (Nina Zili- 50mila http://fizy.com/s/1f0uvh ) filmi izlemeyenlerin dahi diline düşecek kadar büyüleyici, hikayesi ve insanları ise sizi çocukluğunuza döndürecek kadar temiz ve naif. Yine bir tarafı geçmişe dönük ama o geçmişteki hüzün bile iyi hissettirebiliyor sizi. Hüznü bu kadar güzel işleyen, sizi koltuğunuzda duygu karmaşına sokup yanınızdakinin elini sıkmanıza neden olacak kadar duygu seline boğan, ama sonra o selde boğulmaktan kurtaran bu adam ister Türk olsun ister İtalyan önünde saygı duruşu yapılmasını sonuna kadar hak ediyor.

Serseri Mayınları izledikten sonra bir kez daha böyle bir yönetmenin var oluşuna – tekrarlıyorum ister Türk olsun ister İtalyan- minnet duydum. Dilerim ki bir gün hepimiz ama hepimiz ‘serseri mayın’ olma şerefine erişebiliriz.

30 Mart 2010 Salı

Başka Dilde Aşk / Bu aşkın dili sahiden başka...

Türkiye’de son dönemde gördüğümüz en yetenekli oyunculardan olduklarına inandığım Öner Erkan ve Onur Ünsal’ı bu denli popüler olmadan önce deyim yerindeyse ‘görmüş’ ve ‘beğenmiştim’ ama görünen o ki Mert Fırat’ı gözden fena kaçırmışım. Başka Dilde Aşk’ı izlemeden önce film ve özellikle Mert Fırat hakkında yapılan onca olumlu yorum bende klişe olarak ‘anormali’ oynayan kişinin yeteneğinin abartıldığı düşüncesini uyandırmıştı önce. (bkz: özürlüyü, hastayı, psikopatı oynayıp Oscar’ı kapanlar) Ama filmi izlediğimde farkına vardım ki bu apaçık bir önyargıymış.

Mert Fırat tüm filmde o kadar ‘Onur’du ki; kendisini tanımayanların onu gerçekten sağır ve dilsiz sanması boşuna değil. Saadet Işıl Aksoy’sa gerçekten doğaldı (aman doğal oyunculuğu Melis Birkan’la aynı kefeye konmasın ama ne olur). Ki Lale Mansur, Emre Karayel, Ayten Uncuoğlu gibi oyuncuların yanında sırıtmamayı başarmak bile çok önemli değil mi zaten? İzlediğim şey bir yönetmenin ilk filmi için oldukça ‘umut vericiydi’. Üstelik bunun senaryosunda başrol oyuncusunun tuzunun olduğunu bilmek filmle ilgili olumlu düşünceleri daha da arttırdı. Hataları, gereksiz diyalogları, havada kalan soruları da vardı mutlaka ama hiçbiri haddini aşmıyor, tadını kaçırmıyordu.

Filmin esas oğlanı yani sağır ve dilsiz ama hayata küsmemiş Onur'un varlığı bile aslında en ufak şeyden krizlere, depresyonlara giren bize bir şeyler söylemeye yetiyor gibiydi. Filmimizin esas kızı Zeynep’in belki de konuşamadığı için kendini kırmayacağını düşünerek kollarına koştuğu Onur'la aslında herkesten daha çok çaba sarf ederek yaşadığı ilişkiyse pireden yorgan yakanları, kimseye tahammülü olmayanları, ‘one night stand’cileri selamlar gibiydi.

Başka Dilde Aşk, belki hayatınızın filmi olmayacak ama Türklerin çekmeyi pek de beceremediği bir türde orjinal hikayesiyle dikkat çekmeyi, içinizi ısıtmayı, acıtasyon yapmadan sağır-dilsiz insanların hayatına dair en güzel ayrıntıları vermeyi ihmal etmeyecek. Üstelik ‘engelli’ dediğiniz, pardon dediğimiz adam aşkı böylesine hakkıyla yaşarken engelsiz olan siz-biz ne yapıyoruz diyecek kadar düşündürecek.

Son olarak filmde seyirciye armağan edilen Louis Aragon'un çok güzel dizeleri : Sana büyük bir sır söyleyeceğim/ Kapat kapıları/ Ölmek daha kolaydır sevmekten/ Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam sevgilim...

17 Mart 2010 Çarşamba

Önce ‘batan bir gemide’ydi sonra ‘kumsal’da şimdiyse ‘Ada’da...

Yıl 1998... Orta 3’teyiz ve ilk defa bir filme 2 gün önceden bilet almışız. Filmin adı: Titanic... ‘Bebek yüzlü’ Leonardo’ya hepimiz hayranız. Hayran olduğumuz tabii ki yakışıklılığı... Ne yalan söyleyeyim bu filmden 6-7 sene sonra sadece Leonardo ‘nasıl döktürmüş’ görmek için bir filme gideceğim aklıma asla gelmezdi o zaman. Ama yılmadan usanmadan kendini geliştiren, her filminde kendi çıtasını biraz daha yükselten acayip azimli ve yetenekli bir aktör var karşımızda. Adı: Leonardo Di Caprio ama ileride hatırlanacağı film kesinlikle Titanic değil...

Sonunda Oscar’la taçlandırılan, yeteneği ise sinema seyircileri tarafından zaten yıllardır ödüllendirilen yönetmen Martin Scorsese, ‘Mystic River’ ve ‘Gone Baby Gone’ filmlerinin de senaryolarına imza atmış Dennis Lehane’in bir başka kitabını uyarlayarak çektiği yeni filmi Shutter Island’da yine harikalar yaratmış. Filmin Hitchcock filmlerini insana hatırlatan gerilimli atmosferi, oyunculuğuyla beyazperdede devleşen Leonardo Di Caprio’yu barındırması gibi artılarının yanı sıra, dokunduğu politik meseleler de oldukça çarpıcı.

Seyirciyi filmi izlerken saran ‘lütfen film artık çözülsün’ dileği o kadar da çabuk gerçekleşmiyor. Yaklaşık bir yarım saat süren ve sizi film boyunca inandırıldığınız gerçeğin tersine ikna eden Shutter Island, kapanış sekansında son bir ‘gol’ daha atıyor seyirciye ve ‘dur bakalım yok öyle kolaycılık’ diyor adeta. Gerek filmin iki sonunun olduğuna inanlar, gerek yarım saatlik hikayeyle ikna olanlar ve gerek ilk anlatılan öyküden bir an bile şüphe duymayanlar, hikayenin orjinalliği konusunda hem fikirler. Üstünde kafa patlatacağınız ve kafa patlatmaya kesinlikle değer bir film Shutter Island.


İkinci kez izlediğinizde düğümleri çözer mi yoksa düğümler çoğalır mı karar veremediğim Shutter Island sahiden izlenmeye değer bir film. Leonardo Di Caprio’nun ‘batan geminin malı’ olmadığını bir kez daha kanıtladığı bu filmi görün.

7 Mart 2010 Pazar

Akıldan çıkmayacak ders: ‘An Education’

1960’ların İngiltere’sindeyiz. Genç kızların ve ailelerinin tek bir hayali var: zengin bir adamla yapılacak evlilik. Oxford’a gidebilecek kadar kapasiteli ve zeki kızları bile Oxford’a ‘koca bulsun’ diye göndermek istiyorlar. Hayat bunun etrafında şekilleniyor, dünya sadece bu eksende dönüyor o zamanlar İngiltere’de. Hoş ne acıdır ki geçen yıllarla beraber 180 derecelik bir değişimden bahsetmek bir hayli güç. Hele ki Türkiye’de.

16 yaşındaki zeki kızımız Jenny, hedefine kilitlenmiş, çok başarılı bir öğrenci. Ayrıca yetenekli bir çellist (bkz: çello çalan kadınlar:)) Yani hani hep o tarif edilen ‘hem güzel hem yetenekli hem zeki kızlardan.’ İşte öyle bir kızın ayaklarını yerden kesecek, ali kıran baş kesen babasını bile kızını Paris’e götürmeye ikna edecek kadar yakışıklı, zengin, kültürlü bir adam beliriyor aniden beyazperdede: David yani Peter Saarsgard. David’in Jenny’nin önüne sunduğu dünya bizleri bile büyülerken henüz 16 yaşındaki Jenny’nin her şeyden elini eteğini çekecek kadar başını döndürüyor. Aldığı eğitime ‘sıkıcı’ diyor, çok sevdiği edebiyat öğretmenini bile ‘sıradan’ olmakla itham ediyor. Çünkü onu istediği anda Paris’e götüren, istediği an istediği konserde ona eşlik eden üstelik bunun yanında ona sevgisini de sunan ve onunla evlenmek isteyen bir adam var karşısında... Arada ufak(!) kusurlarını görse de ‘kimin umrunda ki?’ diyor 16 yaşındaki Jenny. Birçok hemcinsimiz gibi...

Çok geçmeden tahmin edilen üzere bu peri masalının bozulmasıyla beraber alt üst olan bir hayat, yarım bırakılmış bir okul ve kırılmış bir kalp kalıyor Jenny’den geriye. Sonraki ‘kendine gelme’ dönemi çok güzel anlatılmış. Hele ki okul müdürünün ‘bizi sıkıcı bulmuştun istediğin hayata sahiptin hani?’ sorusuna, ‘The life i want, there’s no shortcut’ diyebilecek kadar bilinçlenmiş bir Jenny çıkıyor karşımıza. Bu değişimi çok abartılı bulanlar olmuş ama bence çizilen Jenny karakterinin başarabileceği bir şey bu, hayattaki amaçlarına ulaşmanın ancak ve ancak kendi çabasıyla olabileceğini, bunun için kendi potansiyelini kullanması gerektiğini idrak etmiş, ‘aklı son derece başına gelmiş’ genç bir kadın var artık karşımızda.

Aldığı tüm olumsuz eleştirilere, Oscar adayı olacak neyi varmış canım? serzenişlerine karşı bence 'An Education' hayli güzel bir film. Hataları yok demiyorum ama kusurlarıyla güzel zaten. Filmi hayali sadece ve sadece beyaz gelinlikten ibaret olan her kızın izlemesini çok isterdim çünkü bence bu tam anlamıyla bir ‘sosyal sorumluluk’ projesi olurdu.

18 Şubat 2010 Perşembe

Shopping and Fucking

Geçen sene şans eseri okuduğum bir gazete ekinde 17 faklı oyunun sergileneceği ‘Dot Bilsar’da’ projesinden bahsediliyordu. İçinde Uğur Polat, Beste Bereket, Rıza Kocaoğlu, Hatice Aslan vb’nin bulunduğu Vur/ Yağmala/Yeniden’i merak etmemek imkansızdı. Bir solukta kendimizi bulduğumuz Bilsar binası her ay yeni oyunlarıyla bizi heyecanlandıran bir mekandı artık. Oyunculuklar, reji her şey neredeyse kusursuzdu ama insan en çok da bu metinleri yazanı merak ediyordu. İşte o yazar yani Mark Ravenhill’in bir diğer oyunu Shopping and Fucking’le yaptık açılışı bu sene.

İstanbul’da düzenlenen Mark Ravenhill’in katıldığı panelde Vur / Yağmala / Yeniden’in yönetmeni Murat Daltaban ‘Shopping and Fucking’i okuduğunda ne kadar etkilendiğini ve oyunu sahneye koymak için ne büyük istek duyduğunu anlatmıştı. Ancak o zaman ‘şartlar müsait değilmiş’. Şimdi ise artık ‘in yer face’ akımını benimsemiş kemikleşmiş izleyici kadrosuna çekinmeden sunabiliyor Shopping and Fucking’i. İtiraf ediyorum ilk başta ‘buz’ gibi bir etki bıraktı üstümde. Uzun süre toparlayamadım, oyundan çıktığımda nefes alamadım ve sevmediğimi düşündüm. Aradan sadece 2 gün geçti bazı şeyler belirmeye başladı gözümde, ‘İncil nasıl başlar?’ diye soruyordu bir oyuncu. ‘Önceleyin’ diyordu oyuncular. Adam sorusunu yineliyordu ‘İncil nasıl başlar?’ Cevap aynı: ‘Önceleyin’. Tekrarlıyordu sorusunu ‘İncil nasıl başlar?’.Cevabı kendi veriyordu sonra: ‘Para medeniyettir, medeniyet paradır.’ Paranın Tanrı olduğu bu dünyada yaşıyoruz demenin bundan güzel bir yolu olabilir miydi?

Paraları olmadığı için seçme hakkı olmayan, kimi seveceğini seçemeyen, kiminle sevişeceğini bile seçemeyen insanların hikayesini anlatıyor Shopping and Fucking. Eşcinselliği, hiçbir şey hissetmemeye yemin etmiş 16 yaşındaki erkek fahişeyi, para tatmini için telefonda başkalarını tatmin edenleri anlatıyor. Ve oyun sizi bir anda kahkahalara boğarken bir anda bir daha gülmemecesine sarsabiliyor. Özellikle ‘para’ kazanmak için evde ‘900’lü hat hizmeti veren Ece Dizdar ve Tuğrul Tülek'in telefonu kapatınca birbirlerine bakmaları ve şöyle haykırmaları çok manidar: ‘Tanrım, insanlar ne kadar mutsuz!’.

Önyargılarınız varsa, bırakın ateistliği eşcinsellik bile sizin için hala tabuysa bu oyunu görmeyin. Ama gönül rahatlığıyla ne alakası var diyebiliyorsanız siz siz olun sadece ve sadece Cem Özeren’in ‘bunu bana yapma baba’ dediği sahne için bu oyunu görün. Sadece o sahne için bile sadece Cem Özeren için bile görülmeye değer ‘Shopping and Fucking’.

31 Ocak 2010 Pazar

Işığı yakma ben karanlıkta iyiyim!

Kendi kendime verdiğim bir söz var; her sahnesi iliklerime kadar işleyen ‘Çemberimde Gül Oya’ yı izlerken verdiğim bir söz: Çağan Irmak ne çekerse çeksin ne yazarsa yazsın, neye kendinden bir şey katarsa katsın takibinde olmak. Irmak, ‘Ulak’ gibi kimsenin değerini bilemediği bir filme imza attıktan sonra daha da arttı hevesim. Ve tabii ki Karanlıktakiler’i de izledim. Gişeyle aynı dili konuşamadık bu sefer ama ben Karanlıktakiler’i sevdim.

Karanlıktakiler, karanlıkta kalmış, daha doğrusu hepimizin her gün örneklerini görüp de ‘karanlıkta bıraktığı’ karakterlerin hikayesi. Üzerinde düşünmeden ‘deli/garip/ucube’ yaftasını yakıştırmayı pek sevdiğimiz karakterlerin yeri geldiğinde komik, yeri geldiğinde sinir bozucu ve kesinlikle çok gerçek hikayesi. Sesini duyduğumuzda bizim bile sinirlerimizi bozacak kadar başarılı bir oyunculuk sergileyen Meral Çetinkaya’nın ve ‘E-geee-mennn’inin hikayesi.

Birçok kişinin Çağan Irmak’ın filmleri için ‘karakterlerin verilmek istenen mesajı fazla haykırdıkları’ yorumunu yaptıklarını duydum. Bu tarzı sevip sevmemek elbette ki tercih meselesi. Karanlıktakiler için de aynı şeyi Meral Çetinkaya’nın geçmişinde tecavüz sonrası hamile kalmasının ardından aile eşrafının sarf ettiği ‘aile şerefimiz ne olacak?’ lafı için hissetmiş ve rahatsız olmuşlar bu eleştiriyi yapanlar. Oysaki bu Irmak’ın seçtiği bir yol; üstelik kendini her filminde daha da törpüleyerek, eleştirilere son derece değer verdiğini kanıtlayarak, karakterleri daha az bağırıp daha çok şey söyletmeyi başararak kendini ispat ediyor her seferinde. Ve tüm bunların dışında, 'suratına tokat atılmadıkça ne olduğunu anlamayan' Türk toplumunun bir de böyle bağıran bir yönetmene ihtiyacı yok mu?

Irmak’ın Mustafa Hakkında Her Şey’in küçük bir bölümünde seyirciye göz kırparak armağan ettiği ‘gerilimi bol sahneler’ Karanlıktakiler’in en ilgi çekici tarafı bana kalırsa. Başka hiçbir Türk yönetmen Meral Çetinkaya’nın evin önünde mahsur kaldığı sahneyi o kadar etkileyici çekemezdi diye düşünüyorum. Çetinkaya’nın yaşadığı korkuyu adeta koltuğumda hissettim izlerken.

Egemen de annesi de filmin adından anlaşıldığı ve daha önce değindiğim üzere 'karanlıkta' evet ama zaten perdeleri açmaya da niyetleri yok gibi; ikisinin de filmin finalindeki haykırışları ‘ışığı yakma ben karanlıkta iyiyim’ der gibi.

24 Ocak 2010 Pazar

‘ONCE’ MORE...

Sinemayla ucundan kıyısından ilgilenip de ‘Once’ filminin adını duymamak olur mu? Geçen senenin başından beri birçok kişiden duydum ama her zamanki gibi yapılacak o kadar iş vardı ki ‘ilk fırsatta izlenecek filmler’ listemde sağlam bir yer edinmekle yetindi Once... Derken müzik zevkine sonsuz güvendiğim bir arkadaşım elinde cd’yle geldi; belli ki hem müzik hem de sinema açısından son derece tatmin edici bir film beklemekteydi beni.

Filme dair yapılan yorumları okudum; ‘İrlanda’nın sokaklarında kaybolmaktan’ bahsetmiş bazı insanlar, bense kaybolmak ne kelime, uçak bileti bakar kıvama geldim; Hala daha naif, sıcak filmler benim için ‘en güzel’ kategorisinde yer alıyor ama ‘Once’ sadece naif, çıkarsız, yürek ısıtan bir film değil, ‘Once’ aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla bir müzik ziyafeti sunuyor insana. Şu satırları yazarken bile ‘When your mind is made up’ ve ‘Falling Slowly’ eşlik ediyor bana. Sadece müzik yaparak daha doğrusu sadece müziğini paylaşarak birini sevebileceğini gösteren, göstermekten öte buna inandıran film ‘Once.’ Hayır kesinlikle naif bir genç kız yada genç oğlan rüyası değil. Sorumluluklarının her zaman bilincinde olan karakterlerin ayaklarının bulutlarla temas etmediği ama size kendinizi bulutlar üstünde hissettiren film Once. Kim bilir hayatımızda kaç kez Glen Hanshord’un sorduğu ‘Do you love him?’ sorusuna Çekçe ‘I love you’ diyen Marketa Irglova’nın verdiği yanıt gibi yanıtlar alıp da anlamamışızdır, kim bilir kaç kere mümkün olmadığını bildiğimiz halde birilerine ‘Haydi benimle gel’ demişizdir ya da demek istemişizidir, kim bilir kaç kez kimsenin gelmeyeceğini bile bile birini ‘beklemişizdir’.

Filmle ilgili en sevdiğim şeylerden biri de karakterlerin adı yok. Sadece müzik yapan, müzik paylaşan müziğin yanında ‘kirlenmemişliklerini’ paylaşan bir kadın ve bir adam var Once’da.

Çağan Irmak için ‘güzel hikaye anlatıyor ve işin kötüsü bizi buna inandırıyor, yok ki böyle şeyler hayatta’ diye yazmıştı birileri. Bense Çağan Irmak'a deyim yerindeyse 'bayılmakla' ve bu yoruma kısmen katılmakla birlikte, diyorum ki ‘Once güzel hikaye anlatıyor ve bunu en gerçekçi, en ‘batan ama acıtmayan’ şekilde yapıyor.’ Hayattan kaç tane Once çıkar biliyor musunuz? Ben de bilmiyorum ama umarım ben yaşadığım sürece onlarcasını görürüm.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Bu film ruhu olanlara gitsin: 'Soul Kitchen'

Yazlığı olanlar bilirler... O yazlık günleri kıştan iple çekilir, her sene 1.5-2 ay kalınır yine de yetmez insana, hayatın doya doya aktığı, muhteşem anlardır yazlıkta geçirilen zaman. İşte o anların birinde kulağıma ‘'fısıldandı'’ adı Fatih Akın’ın. Daha doğrusu ‘'Temmuz’da(Im Juli)'nın''. Aradan geçen 7.5 senede ne mutludur ki fısıldamaktan öte adını haykırıyorlar artık Akın’ın. Soul Kitchen işte tam da bu haykırışı ‘yankıya’ dönüştürecek bir film.

Zinos’un en az sevgilisi kadar naif bir aşkla sevdiği restaurantı Soul Kitchen’ı işletirken sevgilisinin başka bir şehre yerleşme kararı alması üzerine hayatında meydana gelen gelişmeleri izliyoruz aslında filmde. Bu gelişmeleri izlerken de her biri ayrı tattaki bir sürü karakterin de içiçe geçmiş ama kesinlikle ‘birbirine geçmemiş’ öykülerine seyirci kalmak sahiden 100 dakikalık nefis bir deneyim.


Çok ama çok keyifli bir ‘'feel good movie'’ydi izlediğim. Aksamayan senaryosu, harika müzikleri, herbiri birbirinden yetenekli oyuncusuyla günümü güzelleştiren pardon günüme ‘harika bir tat katan’ filmdi. Tadındaki ‘'ekşilik'’ (filmde yer alan açıklanamayan bir hapisten kurtulma sahnesi, gerçekleşmesi neredeyse imkansız bir ‘düğme yutma sahnesi’ vb ) normalde yemekten soğutacakken tam da bu yüzden ‘bir tabak daha’ dedirten cinstendi. Soul Kitchen, belki de sadece Birol Ünel’in yemek yapma sahnesi için, Mortiz Bleibtreu’un elindeki kolyeyi çevirdiği sahne için, Adam Bousdoukos’un belini tutarak yürümesini görmek ve Uğur Yücel’in ‘kemik kıran Kemal’le’ sadece 3 dakikada yarattığı hissiyat için bile izlenebilir.

Kısacası Akın’ın çorba niyetine önümüze sunduğu Im Juli’den ara sıcak olarak armağan ettiği Duvara Karşı’ya, ana yemek kıvamındaki ‘Yaşamın Kıyısında’ya harika bir tatlı eşlik ediyor: adı da‘Soul Kitchen’. Soul Kitchen Fatih Akın’ın ‘en tatlı filmi.’